
Yazan: Göksu Başaran
Spot:
Hollanda’da faaliyet gösteren Uitzendgroep BV tipi geçici işçi ajansları, Avrupa’nın “modern istihdam modeli” olarak sunuluyor. Ancak perde arkasında bambaşka bir tablo var: aynı şirketin çatısı altında biri ofislerde rahat koltuklarda oturuyor, diğeri fabrika zemininde ter ve gözyaşıyla hayatta kalmaya çalışıyor.
Modern Sömürünün Yeni Adı: Uitzendgroep BV
Hollanda, uzun yıllardır Avrupa iş gücü piyasasının en “adaletli” ve “güvenceli” ülkesi olarak gösteriliyor. Ne var ki bu parlak vitrinin ardında sessiz ama sistematik bir sömürü düzeni işliyor. Ülkenin dört bir yanında faaliyet gösteren Uitzendgroep BV tipi geçici istihdam ajansları, fabrikalara binlerce göçmen işçiyi yönlendiriyor. Kâğıt üzerinde hepsi yasal, düzenli ve kurallı görünüyor; ancak sahadaki gerçek, Avrupa’nın merkezinde bile insan onurunun değersizleştirildiği bir sistemi gözler önüne seriyor. Aynı şirketin içinde iki farklı dünya var: bir yanda ofislerde çalışan planlamacılar, koordinatörler, yöneticiler; diğer yanda fabrikanın soğuk zemininde, sabahın dördünde işe koşan, ter içinde kalan, bazen aç bazen hasta çalışan işçiler. Biri kahvesini içerken iş planı yapıyor, diğeri o planın altında eziliyor.
Türk Patronlar, Türk İşçileri Ezilen Tarafa Koyuyor
Bu sistemin en dikkat çekici yönlerinden biri, söz konusu şirketlerin önemli bir kısmının Türk sahipler tarafından yönetiliyor olması. 1960’larda Hollanda’ya işçi olarak gelen ilk kuşak Türklerin torunları, bugün işveren konumunda. Ne yazık ki bu “başarı hikâyesi” çoğu zaman bir dayanışma hikâyesine dönüşmüyor. Birçok Türk sahipli Uitzendgroep BV şirketinde, sahada çalışanların büyük kısmı da Türk, Bulgar ya da Ukraynalı kökenli. Ancak aynı dili konuşan, aynı geçmişten gelen bu insanlar artık patron ve işçi olarak ikiye ayrılmış durumda. Türk şirket sahipleri, “ben de bir zamanlar işçiydim” diyerek başladıkları yolu, kendi insanına aynı baskıyı uygulayarak sürdürüyor. Kimi zaman sözleşmeler tek taraflı feshediliyor, kimi zaman fazla mesailer ödenmiyor, kimi zaman da işçilere “şikâyet edersen bir daha burada çalışamazsın” deniyor. Bu tablo sadece ekonomik değil, etik ve vicdani bir yüzleşmeyi zorunlu kılıyor. Çünkü burada haksızlık artık yabancıdan gelmiyor; kendi köklerinden, kendi toplumundan geliyor.
AB Vatandaşları Öncelikli, Diğerleri Görünmez
Bu şirketler genellikle sadece Avrupa Birliği vatandaşlarını işe alıyor. Bu nedenle Polonyalı, Bulgar, Yunan, Rumen, hatta Ukraynalı işçiler sistemin içinde yer bulabiliyor. Ama Türkiye, Sırbistan, Arnavutluk ya da diğer AB dışı ülkelerden gelen göçmenler genellikle bu zincirin dışında bırakılıyor. Bu ayrım sadece bir idari politika değil, doğrudan bir statü ayrımcılığı. Avrupa Birliği kimliği taşıyan işçi “öncelikli” görülürken, diğerleri ikinci sınıf sayılıyor. Fabrikada aynı işi, aynı sürede, aynı tempoda yapan iki işçiden biri Avrupalı olduğu için daha fazla saygı görüyor; diğeri “geçici”, “düşük profilli” ya da “sorun çıkarabilecek göçmen” olarak etiketleniyor. Ukrayna’daki savaş sonrası Hollanda’ya gelen işçilerin büyük kısmı da bu sistemin bir parçası haline geldi. Çoğu kadın, çocuklu, ya da eşinden ayrı yaşayan insanlar. Yalnızca hayatta kalmak için çalışıyorlar ve çoğu zaman kimse onları görmüyor.
Ofislerde Konfor, Fabrikalarda Sessizlik
Şirketlerin merkez ofisleri konforlu, ışık dolu, düzenli. Planlamacılar ekran başında vardiya listeleri düzenlerken, aynı listelerde yer alan yüzlerce işçi o anda ıslak otobüs duraklarında servis bekliyor. O fabrikalara vardıklarında onları bekleyen şey sıcak kahve değil, soğuk üretim hattı, ağır malzeme, yüksek tempo ve bağırarak emir veren vardiya amirleri. Bazı işçilerin ifadelerine göre, servis şoförlerinin ve saha koordinatörlerinin bir kısmı işçilere aşağılayıcı şekilde davranıyor. “Sen işçisin, çok konuşma” gibi cümleler, birçok kişinin duyduğu ortak sözler. Bir yandan üretim baskısı, diğer yandan iletişimdeki saygısızlık, işçilerin hem fiziksel hem psikolojik direncini eritiyor.
Sessiz Yaralar: Bedenler Yoruluyor, Ruhlar Çöküyor
Bu sistemin en karanlık boyutu, fabrikalarda çalışan işçilerin sağlık ve psikoloji açısından içine sürüklendiği çöküntüdür. Çoğu işçi, ağır iş yükü altında kalıcı sağlık sorunları yaşıyor: kas ağrıları, eklem iltihapları, bel fıtığı, sinir sıkışması ve uzun süre ayakta durmanın getirdiği dolaşım problemleri artık sıradan hale gelmiş durumda. Ancak daha da çarpıcı olan, bu yaralanmaların resmi kayıtlara hiç geçmemesi. Fabrikaların içinde yaşanan kazalar, adeta bir gizlilik politikasıyla saklanıyor. Elini makineye kaptıran, bileğini burkan ya da düşen bir işçiye çoğu zaman sadece bir yara bandı veriliyor. Ne kaza raporu hazırlanıyor, ne sigorta bildirimi yapılıyor, ne de tıbbi müdahale çağrılıyor. Üretim aksamasın diye her şey halının altına süpürülüyor. Kaza yaşayan işçilere çoğu zaman “bunu bildirirsen sözleşmeni yenilemeyiz” deniyor. Bu suskunluk yalnızca fiziksel yaralanmalarla sınırlı değil. İşçilerin psikolojik sağlığı da her geçen gün bozuluyor. Yabancı bir ülkede, tanımadıkları bir dilin ortasında, sürekli aşağılanarak, güvencesiz biçimde yaşamak birçok kişide anksiyete, depresyon ve tükenmişlik sendromuna yol açıyor. Birçoğu geceleri uyuyamıyor, sabahları mide kramplarıyla uyanıyor, sessizce ağlıyor. Ama hiçbiri konuşamıyor. Çünkü bu işçilerin büyük çoğunluğu ne Flemenkçe biliyor, ne İngilizce. Yasaları bilmiyorlar, haklarını bilmiyorlar, nereye başvuracaklarını bilmiyorlar. Çoğu zaman yardım isteyebilecekleri kimse yok. Bu dil bariyeri, onları tam anlamıyla sessiz bir sömürü döngüsüne hapsediyor. Fabrikaların içinde yaşanan kazalar hakkında konuşmak bile yasak. Kaza olduğunu söyleyen işçi, ertesi gün işe çağrılmıyor. Bu yüzden herkes susuyor. Çünkü bu sistemde sessiz kalan işçi, en “makbul” işçidir. Sonuç olarak işçiler hem fiziksel hem ruhsal olarak tükeniyor. Ama bu tükeniş hiçbir raporda, hiçbir istatistikte yer almıyor. Çünkü bu sistemin temeli, insan bedenini yormak ve insan sesini susturmak üzerine kurulu.
Vicdanın Test Edildiği Nokta
Bugün Hollanda, kendisini Avrupa’nın “insan hakları ülkesi” olarak tanıtırken, aynı topraklarda binlerce göçmen işçi bu görünmez cehennemin içinde sessizce eziliyor. Ve bu sistemin dişlilerini döndürenler arasında artık sadece Avrupalı patronlar değil, Türk patronlar da var. Bu tablo sadece bir çalışma hayatı sorunu değil, insanlığın vicdan testi. Çünkü bir toplum, en çok kimin için ses çıkardığıyla değil, kimin sessiz acılarını görmezden geldiğiyle ölçülür.
(Ben Göksu Başaran ve bu benim kişisel tanıklığım)
Ben hem işçi hem servis şoförü olarak çalıştım. Yaklaşık iki buçuk yıl boyunca, Hollanda’daki geçici işçi sistemi içinde, farklı fabrikalarda ama hep aynı düzenin parçası olarak. Sabahları saat üç buçukta uyanırdım. Havanın karanlığında, yağmur ya da rüzgâr dinlemeden arabanın direksiyonuna geçer, saat dört civarı yola çıkardım. Büyük bir minibüs kullanıyordum; genellikle beş ya da altı kişiyi alırdım. Hepsini tek tek, kendi evlerinin önünden alır, hiçbir zaman yol seçmeden, kimseyi geride bırakmadan, kapılarının önünde dururdum. O insanların yorgun, uykulu, bazen umutsuz bakışlarını hâlâ hatırlıyorum. Kimisi sessizdi, kimisi dua ederdi, kimisi hiç konuşmazdı. Ama hepimiz aynı sessizliğin içinde, aynı mecburiyetin yolcularıydık.
Yol bazen otuz beş, bazen kırk kilometre sürerdi. Fabrikaya vardığımızda saat altı buçuğa yaklaşırdı. O noktada benim işim bitmezdi; direksiyondan inip bu kez üretim hattına geçerdim. Aynı fabrikanın içinde, biraz önce taşıdığım insanlarla omuz omuza, bazen sekiz, bazen on, bazen de on iki saat çalışıyorduk. Hangi saatte çıkacağımız hiçbir zaman belli olmazdı. Bu sadece benim çalıştığım firma için değil, neredeyse tüm firmalar için geçerliydi. Çünkü sistem, işçinin zamanını değil, üretimin hızını önemsiyordu.
Bu süreçte hem fiziksel hem psikolojik olarak çok yıprandım. Vücudumda sürekli ağrılar vardı ama en çok içimdeki sessizlik ağrıyordu. İnsan, kendi emeğinin içinde yavaş yavaş kayboluyor. Direksiyon başında saatler süren yollar, ardından bitmeyen vardiyalar, uykusuz geceler… Bir noktadan sonra bedenim değil, ruhum yorgun düşmeye başladı.
Zamanla dayanma gücüm kalmadı. Sürekli stres, baskı, belirsizlik içinde yaşamak psikolojimi tamamen çökertti. Geceleri uyuyamıyor, sabahları mide kramplarıyla uyanıyordum. Bu yüzden bir süre psikolojik destek aldım ve antidepresan ilaçlar kullandım. Çünkü bu sistem sadece bedenimi değil, zihnimi de yıpratmıştı.
Sonunda şirketle karşılıklı anlaşarak ayrıldım. Kimseyle kavga etmedim, öfkem yoktu; sadece artık kendime haksızlık edemeyeceğimi biliyordum. Çünkü ben bu süreçte yalnızca çalışmadım — insanın sınırlarını, dayanıklılığını, sessizliğini test ettim.
Bu yazı benim için sadece bir analiz değil, yaşanmış bir hayatın, bir içsel mücadelenin anlatısıdır. Her sabahın karanlığında yola çıkarken, insanın yalnızca işe değil, hayata da direnmesi gerektiğini öğrendim. Ve bu yüzden yazıyorum: bu sistemde susturulan her ses, aslında hepimizin vicdanında yankılanıyor.
Emek Üzerine Bir Söz
Bu yazıyı kaleme alırken yalnızca kendi yaşadıklarımı değil, yol boyunca tanıdığım nice insanın hikâyesini de taşıdım içimde. Direksiyon başında, üretim hattında, soğuk depolarda ya da sessiz molalarda tanıdığım kadınlar, erkekler, gençler… Her biri görünmez bir direnişin parçasıydı.
Çok hikâyeler dinledim; kimisi susarak güçlü kaldı, kimisi ağlayarak ayakta durdu. Onların her biri, bu ülkenin sessiz omurgasını oluşturuyor.
Bütün işçiler, bütün emekçiler — siz gerçekten çok değerlisiniz. Çünkü bu dünya, sizin alın terinizle dönüyor.
Ve bir gün bu düzen değiştiğinde, tarihin en onurlu satırlarında sizin adınız yazacak.