
Yazan: Göksu Başaran
Sizi unutmayacağım. Sizi ölümsüzleştireceğim.
Sabah sayımı için mahkumlar, çenelerini eşofmanlarına sıkıştırıp titreyerek avluya adım attılar, birer birer. Hazır kıta “U” şeklini almış; onlarca mahkum, yağmur altında gardiyanları beklemeye koyuldu. Soğuk hava, mahkumları birbirine daha da yaklaştırıyordu — omuzlar sürtünüyor; yalnızlık ile sıcaklık aynı anda paylaşılıyordu.
Komutan edasıyla sayıma gelen gardiyanlar ipleri kestikten sonra, muzaffer askerler gibi çeneleri yukarıda “Allah kurtarsın” diyerek kapıyı bir kere daha suratımıza kapadı. “Allah asıl sizi kurtarsın,” diye fısıldadım Toso Dayı’ya sokularak.
Sol elinde koğuşun en ağır tesbihini usul usul çeken Toso Dayı, sağındaki sigaradan bir nefes çekti: “Bak iki gözüm, bu kapı bir gün hepimiz için açılacak — diri çıksak da, ölü çıksak da. Önemli olan buraya nasıl girdiğimiz değil, nasıl çıktığımız. Buradan çıkanların kimi anısıyla, kimi anasıyla hatırlanır.”
“Bir ölümlüye yakışan tek şey onurlu bir yaşam değil midir zaten, dayı?” dedim.
Günün ilk sigarasını ciğerlerime boca edip yaktım; nefeslerim hızlandı. Kahvaltılarını donuk suratlarla hazırlayan mahkumların arasından geçerken tesbihimden hızlı bir tur çekip ilerledim. Başkan sandalyesine oturmuş, sigarasından seri nefesler çekiyordu. “Bir şeyler daha yapmalıyım başkan,” dedi, “bir şey daha — öykü, haber, kitap… Yetmez, bir şey daha lazım.”
“Savaşta mermi hep namluda hazır bulunmalıdır, doktor. Eğer silahtaki merminin yetmeyeceğini düşünüyorsan, silahı değiştir.” Başkanın sesi ciddiydi; bana bir strateji öğretiyordu. “Eyvallah başkan.”
Öfke ve düşüncelerin ağırlığıyla gözlerim kapandı. “Mazgal açıldı, hoca. Seni çağırıyorlar, bir bak gardiyana.” Atladım yataktan, mazgala eğildim. Temiz yüzlü iki gardiyan gülümsedi: “Hazırlan, sevk oluyorsun.”
Sevk haberi koğuştaki tüm bölmelere yayıldı. Kimi haftalardır sakladığı kekini, kimi Şampiyonlar Ligi için feda ettiği cipsini, kimi içeceğini poşete koydurttu. Beş dakika içinde eşyalarım ve erzağım hazırdı. Başkanla göz göze geldik. “Vay be doktor, gönderiyorlar seni; ama biz bir kere sevdiysek, bir daha onu bırakmayız.”
Merdivenleri ikişer ikişer çıkıp vedalaşmak isteyen gençleri geçtim ve Abdülhalit’i buldum. Kollarımı hissetmeden sarıldım ona. “Hoca bırakma bizi, gitme, götürmesinler seni, kıro,” dedi. Sesim çıkmadı; kollarımı bırakamadım. Hiçbir akrabamı böyle sıkmamıştım sanırım. Sen uyuşturucu baronususun Abdülhalit ama yaşadığın yerde yarı baba gibisin.
Toso Dayı ayağa fırladı, cebinden katladığı bir kağıdı elime tutuşturdu. Speedy, kızgın, üzgün, utangaç tüm duygularla beni köşeden izledi. Sarıldık. “Dışarıda görüşeceğiz kardeşim,” dedik. Tesbihimi bırakırken Toso Dayı, “Bunu Ortodoks Aslan’a verirsin,” deyip merdivenlerde sıralananlara fısıldadı: “Hakkınızı helal edin.” Kapıya yönelirken eser’in kaşlarının ortasına oturan merhameti gördüm; sarıldı, omzumu öptü: “Devam et, arkandayız,” dedi.
Başkan bir an için bağırdı: “Doktoor!” Sarıldık, “Ağaya selam söyle başkan,” deyip kapı ağzındaki Toso Dayı’nın parlayan gözlerine baktım. Kapıya adımımı attım. Arkama döndüm: kalbi kırık, elleri nasırlı, dimdik duran mahkumları gördüm.
Sizi unutmayacağım. Sizi ölümsüzleştireceğim.
Silivri Hapishanesi
9 No’lu Kapalı CİK A/80
Gazeteci Furkan Karabay, Silivri Cezaevi’nden kaleme aldığı “Sizi Unutmayacağım, Sizi Ölümsüzleştireceğim” başlıklı mektubunu paylaştı.
Mektubun tamamını okumak için https://x.com/frknkarabay/status/1974393317883273550?s=46