Türkiye’yi Yok Oluşa Sürükleyen İktidar

Gepubliceerd op 21 september 2025 om 00:27

Yazan: Göksu Başaran

 

 

 

 

 

Recep Tayyip Erdoğan’ın Türkiye’de iktidara yükselişi, sıradan bir siyasetçinin başarısından çok daha fazlasıdır; bu süreç, toplumun umudu, beklentisi ve demokratik taleplerinin bir liderin şahsi çıkarları için nasıl araçsallaştırıldığının tarihsel bir örneğidir. 2000’li yılların başında, askeri vesayetle hesaplaşma, özgürlükçü reformlar, Avrupa Birliği hedefleri ve kalkınma vaatleri üzerinden topluma güven veren bir figür olarak ortaya çıkan Erdoğan, yıllar geçtikçe kendi iktidarını konsolide etmeyi esas alan bir strateji izledi. İlk yıllarda atılan reformist adımların ardında, aslında devletin tüm mekanizmalarını tek merkezde toplama isteği vardı. Bugün geldiğimiz noktada bu niyet tüm çıplaklığıyla ortaya çıkmış durumda: Erdoğan, Türkiye’nin demokratik kurumlarını adım adım tasfiye ederek, kendi şahsında toplanan bir otorite rejimi inşa etti.


 

Türkiye’nin demokrasi deneyimi, her zaman sancılı ve inişli çıkışlı olmuştur; ancak hiçbir dönemde bu denli sistematik bir şekilde kurumlar çökertilmemişti. Erdoğan döneminde yargı bağımsızlığı tamamen ortadan kalktı. Anayasa Mahkemesi’nin kararlarının uygulanmadığı, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının görmezden gelindiği, muhalif siyasetçilerin ve gazetecilerin keyfi tutuklamalarla susturulduğu bir düzen hâkim oldu. Yargı, iktidarın siyasi hesaplaşma aracı haline geldi. Parlamento ise, iktidar partisinin ve Cumhur İttifakı’nın gölgesinde etkisizleştirildi; denetim yetkisi fiilen ortadan kalktı. Medya, baskılar ve satın almalarla tek sesliliğe mahkûm edildi. Böylece halkın haber alma özgürlüğü ellerinden alındı, eleştirel gazetecilik bir suç gibi gösterildi. Bu üç direğin –yargı, parlamento, medya– çökertilmesi, demokrasinin tüm damarlarını kesmekle eşdeğerdi.

 

 

 

Ekonomi, Erdoğan’ın iktidarını en güçlü şekilde sorgulanır hale getiren alanlardan biridir. Yıllarca “büyüme” masallarıyla sürdürülen politikalar, aslında dış borca, rant projelerine ve tüketim ekonomisine dayalı bir sahte refahtan ibaretti. 2013 sonrası küresel sermayenin Türkiye’den çekilmeye başlamasıyla gerçek tablo ortaya çıktı. Özellikle 2018’den sonra uygulanan irrasyonel para politikaları, Merkez Bankası’nın bağımsızlığının yok edilmesi ve faiz inadı, ekonomiyi adeta felç etti. Enflasyon tarihi zirvelere ulaştı, Türk Lirası hızla değer kaybetti, alım gücü düştü. Halk temel ihtiyaçlarını karşılayamaz hale gelirken, iktidara yakın bir avuç sermaye grubu, devletten aldığı ihalelerle servetine servet kattı. Bu adaletsizlik, toplumda derin bir güvensizlik ve öfke doğurdu. Türkiye’nin gençleri gelecek göremediği için ülkeyi terk etmeye başladı; beyin göçü, ülkenin geleceğini çalan bir olguya dönüştü. Ekonominin enkaza dönüşmesi, Erdoğan’ın yönetim anlayışının en somut kanıtıdır: halk yoksullaşırken, iktidar çevresi zenginleşti.

 

 

 

Toplumsal yaşamda Erdoğan’ın izlediği politikalar, Türkiye’yi bir barış toplumu olmaktan uzaklaştırdı. Kadınların kazanılmış hakları sürekli olarak hedef haline getirildi; İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararı, kadınların yaşam hakkını tehdit eden bir hamle oldu. LGBTİ+ bireyler, iktidarın nefret söylemlerinin merkezine yerleştirildi. “Aile yapısı bozuluyor” bahanesiyle yürütülen bu söylemler, hem toplumda nefret iklimini körükledi hem de Türkiye’nin farklı kimlik ve yönelimlere karşı düşmanlık üreten bir devlet yapısına bürünmesine neden oldu. Bunun yanı sıra, Kürt meselesinde izlenen baskıcı politikalar, ülkenin birliğini zedeleyen en büyük hatalardan biri oldu. Çözüm arayışları bir kenara bırakıldı, güvenlikçi politikalarla sorun daha da derinleşti. Erdoğan, toplumsal farklılıkları kucaklamak yerine, sürekli olarak kutuplaştırıcı bir dil kullanarak iktidarını sürdürmeye çalıştı. Bu durum, toplumun ortak yaşam zeminini zayıflattı.

 

 

 

Uluslararası alanda ise Türkiye’nin itibarı hızla eridi. Bir zamanlar “bölgesel güç” olma iddiasıyla hareket eden Türkiye, bugün otoriterleşme, insan hakları ihlalleri ve hukukun üstünlüğüne saygısızlıkla anılıyor. Avrupa Birliği süreci fiilen sona erdi; Batı ile ilişkiler gerginleşti, güven kayboldu. Komşu ülkelerle ilişkiler de istikrarsız bir seyir izledi. Bir dönem “komşularla sıfır sorun” sloganıyla yola çıkan Erdoğan, sonunda Türkiye’yi neredeyse herkesle sorunlu bir ülke haline getirdi. Dış politikada izlenen zikzaklar, ülkenin güvenilirliğini yok etti. Bir yandan NATO üyesi olarak Batı ile ittifakı sürdürmeye çalışırken, diğer yandan Rusya gibi otoriter rejimlerle yakınlaşmak, Türkiye’yi stratejik bir belirsizliğe mahkûm etti. Bu belirsizlik, uluslararası alanda Türkiye’nin yalnızlaşmasına ve etkisizleşmesine yol açtı.

 

 

 

Bütün bu tablo, Erdoğan’ın Türkiye’yi yok oluşa sürüklediğini gösteriyor. Onun iktidar anlayışı, ülkeyi güçlendirmek, refaha ulaştırmak veya özgürleştirmek için değil; tamamen kendi iktidarını kalıcı hale getirmek için kurgulandı. Bugün gelinen noktada, Türkiye’nin kurumları zayıflatılmış, toplumu kutuplaştırılmış, ekonomisi enkaza dönmüş, uluslararası itibarı sarsılmış durumda. Erdoğan’ın kurduğu bu düzen, sadece bir yönetim krizi değil; aynı zamanda toplumsal bir yıkım projesidir. Bu yıkımı durdurmak için halkın örgütlü mücadelesi, muhalefetin güçlü bir alternatif sunması ve uluslararası dayanışmanın devreye girmesi şarttır.


 

Türkiye’nin geleceği, Erdoğan’ın yarattığı enkazı aşmakla mümkün olacaktır. Özgürlük, adalet, eşitlik ve demokrasi temelinde yeniden inşa edilmeyen bir Türkiye, gelecek kuşaklara umut vaat etmeyecektir. Bugün yaşadığımız kriz, sadece bir liderin hataları değil; aynı zamanda halkın suskunluğu ve muhalefetin zayıflığının sonucudur. Eğer bu suskunluk kırılırsa, halk kendi iradesine sahip çıkarsa, Türkiye bu karanlık tünelden çıkabilir. Ancak aksi halde, Erdoğan’ın Türkiye’ye bıraktığı miras; yoksulluk, baskı, korku ve umutsuzluk olacaktır.