
Yazan: Göksu Başaran
1 Eylül 2025
Türkiye’de bugün herkesin dilinde aynı kelime dolaşıyor: adalet. Bu kelime, miting meydanlarında bir slogan olarak bağırılıyor, mahkeme salonlarının duvarlarında kocaman harflerle yazılıyor, devletin en üst temsilcileri her konuşmasında “hukukun üstünlüğü”nden bahsediyor, televizyon tartışmalarında saatlerce döndürülüp duruyor, köşe yazılarında, makalelerde, bildirilerde tekrar tekrar dile getiriliyor. Ama bütün bu gürültünün ardında koskoca bir boşluk var, çünkü kelimenin kendisi var ama özü yok. Türkiye’de “adalet” denilen şey, ne yazık ki artık sadece bir illüzyon, topluma yutturulmaya çalışılan bir hayal, acının ve haksızlığın üstünü örten ince bir perde haline gelmiş durumda. İnsanlar mahkeme kapılarına haklarını aramak için değil, başlarına daha kötü bir şey gelmemesi için, yani korkuyla gidiyor. Çünkü herkes çok iyi biliyor ki bu ülkede artık mahkeme kararları yasadan çıkmıyor, siyasetten çıkıyor.
Bugün bir ülkedeki adaletin çürüyüp çürümediğini anlamak için yapılacak şey basittir: Kimin cezalandırıldığına ve kimin korunduğuna bakmak. Türkiye’de tablo o kadar çıplak ki gözümüzü kapatsak bile görüyoruz. Muhalifler en ufak sözleri için gözaltına alınırken, iktidarın yakınındaki kişiler en ağır suçlardan bile korunuyor. Gazeteciler bir haber yüzünden aylarca tutuklu yargılanırken, yolsuzluk dosyaları dakikalar içinde kapatılıyor. Bir öğrenci attığı bir tweet yüzünden sabaha karşı evinden alınırken, milyonlarca liralık kamu kaynaklarını zimmetine geçirenler hâlâ lüks arabalarıyla sokaklarda dolaşabiliyor. Adaletin terazisi artık haklıyı haksızdan ayırmıyor; kimin iktidara yakın, kimin iktidara uzak olduğuna göre eğilip bükülüyor. Böyle bir düzende artık kimse “eşitlik”ten bahsedemez, çünkü bu ülkede adalet birilerini koruyan, birilerini ezen bir silaha dönüşmüş durumda.
Türkiye’de yıllardır söylenen “Adalet Mülkün Temelidir” sözü, adalet saraylarının duvarlarında hâlâ yazılı duruyor ama bu söz, içi boş bir dekor olmaktan öteye geçemiyor. Çünkü temeli çökmüş bir binanın duvarına hangi süslü yazıyı asarsanız asın, o bina yıkılmıştır. Bugün adaletin temeli yok. Temelin yerinde siyasi talimatlar, çıkar hesapları ve korku var. Hâkimler ve savcılar, yasayı uygulamak yerine yukarıdan gelen işaretlere bakıyor. Hangi dosyanın açılıp açılmayacağına, kimin tutuklanacağına, kimin serbest bırakılacağına artık mahkemeler karar vermiyor; iktidarın gölgesi karar veriyor. Bu gölge öylesine büyümüş durumda ki artık mahkeme salonlarının üzerine düşmüş, hâkim kürsüsünde bile oturuyor. Vatandaşın karşısında bağımsız bir yargıç yok, siyasetin memuru haline gelmiş bir figür var.
En çarpıcı olan şeylerden biri de cezasızlık kültürü. Bu ülkede fail belli, suç ortada, deliller açık olmasına rağmen, eğer failin iktidarla bağlantısı varsa dava ya yıllarca sürüncemede bırakılıyor ya da beraatla sonuçlanıyor. İnsan hayatını elinden alanlar, işkence yapanlar, toplumu soyanlar ellerini kollarını sallayarak gezerken; muhalif bir derneğin bildirisine imza atan bir öğretmen soruşturmalardan kurtulamıyor. İşte bu adaletsiz tablo, insanların devlete olan güvenini paramparça ediyor. Çünkü herkes biliyor ki artık mahkemeden adalet çıkmayacak. İnsanlar, “hakkımı aramak için mahkemeye gideyim” demiyor; tam tersine, “mahkemeye gidersem başıma daha kötü şeyler gelir mi” diye korkuyor. Bu korku, toplumun damarlarına işliyor ve yargının çöküşüyle beraber toplumsal vicdan da çürüyor.
Türkiye’de artık yargı denilen şey, adaleti tesis eden değil, korkuyu yaygınlaştıran bir mekanizma. İnsanlar dava açmaya değil, dava açmamaya çalışıyor; hakkını aramaya değil, sesini kısmaya yöneliyor. Çünkü herkes biliyor ki yargı, haklıyı korumuyor, güçlüye hizmet ediyor. Mahkemeler, adalet dağıtmak yerine ibret olsun diye ceza veriyor. Kararlar, hukuku değil, siyaseti meşrulaştırıyor. Tokmak artık adaleti değil, talimatı onaylıyor. Ve en acı olanı, bütün bunlar olurken hâlâ her gün “adalet” kelimesi tekrarlanıyor, sanki yokluğu yetmezmiş gibi bir de varmış gibi gösterilmeye çalışılıyor.
En büyük çelişki, adaletten en çok bahsedenlerin adaleti en çok çiğneyenler olması. Her gün televizyonlarda, meydanlarda “hukukun üstünlüğü” sözleri duyuyoruz. Ancak o sözler sarf edilirken aynı anda yeni bir muhalif gazeteci gözaltına alınıyor, yeni bir dava keyfi bir gerekçeyle açılıyor, yeni bir fail cezasız bırakılıyor. Adaletin bu kadar çok telaffuz edilmesi, aslında onun yokluğunu gizlemek için. Çünkü iktidar biliyor ki toplumun en büyük ihtiyacı adalet ve bunu dilinden düşürmeyerek bir illüzyon yaratmaya çalışıyor. Ama gerçekler öyle çıplak ki, artık kimse bu illüzyona inanmıyor.
Bugün Türkiye’de adaletin çöküşü yalnızca hukuki bir mesele değil, aynı zamanda ahlaki bir çöküştür. Çünkü adaletin olmadığı yerde vicdan da ölür. İnsanlar haksızlık karşısında sessiz kalır, “nasıl olsa bir şey değişmez” diye boyun eğer. Sessizlik büyür, adaletsizlik kökleşir, toplum çürür. Adalet yoksa devlet denilen yapı bir otorite değil, bir zulüm mekanizmasına dönüşür. Devlet, yurttaşlarının hakkını koruyan değil, onların üzerine çöken bir güç haline gelir.
Ve bütün bunların ortasında halkın hafızasına kazınan en yalın gerçek şudur: Türkiye’de artık adalet yoktur. Mahkemelerde söylenen her söz, verilen her karar, alınan her tutuklama aslında birer siyasi gösteriden ibarettir. Bu ülkede adalet artık tarafsız değil, iktidarın silahıdır. Haklının değil, güçlünün yanında yer alır. Yargı bağımsızlığını kaybetmiş, adalet terazisi kırılmış, mahkeme salonları birer tiyatro sahnesine dönmüştür.
Türkiye’nin ihtiyacı, sadece adalet kelimesinin tekrar edilmesi değil, gerçek bir adalet düzenidir. İnsanların mahkemeye girdiğinde hakkını bulacağına inanabileceği, hâkimlerin sadece yasaya bağlı olduğu, siyasetin gölgesinin düştüğü her dosyadan geri çekildiği, eşitliğin ve tarafsızlığın gerçekten işlediği bir yargı düzeni olmadan bu ülkede ne demokrasi ayakta kalabilir, ne de halkın vicdanı rahatlayabilir. Çünkü adalet yoksa, hiçbir şeyin anlamı kalmaz.